31 Ekim 2013 Perşembe

OGNİ 'YE SELAMLAR

Yıllar evveldi, aile apartmanımızın üst katında dedemler otururdu o zaman da. Bu evin bir odası, o zamanlar asker kaçağı olan,  eve ne zaman gelir de görürüz diye beklediğimiz sevgili dayıma aitti. Hatırlıyorum, bir gün yine üst kata anneannemin yanına çıkmıştım. Dayımın odasının kapısı aralıktı, küçüktüm ve meraklı bir küçüktüm. Odaya girdim, eski bir komodin vardı yatağın kenarında, kapısı tutmamış, açık duruyordu ve beni cezbediyordu tabii ki. Odaya girdiğim gibi oraya yöneldim ve başladım keyifle komodinin içini karıştırmaya... Anlamadığım bir sürü ıvır zıvır evraklar, eski notlar, defterler ... Nıçç yok! Hiçbiri o an, o yaramazlığın hakkını verecek buluntular değildi. Taa ki renkli bir dergi kapağı görene kadar. Mavi Zemin üstüne ,yeşil beyaz bir başlık: OGNİ. Mayıs-Haziran 1994- Sayı:4. Okumaya başladım. Laz edebiyatı diyor, Lazca Gramer diyor... İnanılmaz heyecanlanmıştım çünkü bulduğum şey baştan sona ruhuma hitap ediyordu.
 İstanbul'da doğmuş, büyümüş bir Laz olmama rağmen Lazca' yı çok iyi anlayabiliyordum.Evimizin içinde, anne ve babam kendi aralarında ve benimle Lazca konuşurlardı ve bulunduğumuz muhit de memleketten farklı değildi. Bu sebepten olsa gerek ben de Lazca'ya karşı bir ilgi vardı. Büyük şehirde büyüyen bir çocuk olarak, farklı bir kültüre sahip olduğumun farkındaydım o zamanlarda da ve bu farklılık benim çok hoşuma gidiyordu. O yüzden OGNİ ile karşılaşmam ve bir kaç ufak karıştırma çalışmasından sonra 5.Sayı OGNİ yi bulmam benim için çok önemliydi. Sayfaları sararmıştı, eski ve önemli bir şey bulduğumun kanıtıydı işte bu durum. İkisini de aldım, yatağın üstüne zıpladım, sayfaları çevirmeye başladım. Değişik şekillerde yazılmış bir şeyler vardı ilk sayfalarında, anlamıyordum... Lazca şiirler yazmışlar, uzun uzun kitap gibi yazmışlar!Hem de Lazca ! Lazc yazılanları biraz okumaya çalıştım, tanıdık kelimeler gördüm, hoşuma gitti. Okumaya devam ettim; bir sayfada karikatür vardı; bir tulum çalan bir tulumcu ve onun arkasından gelen fareler. Niye bilmiyorum, belki de bize ait bir şeyleri, anne babamın dışında tanımadığım insanlar tarafında da yazılmış, çizilmiş olması ilgimi uyandırdı. Bu karikatürü görünce daha da keyiflendim. Eve indiğimde, hemen bir kağıda karikatürü kopyalamaya çalıştım ve duvarıma konduruverdim. Derginin arka kapağında, alfabeyi öğreten resimli bir not vardı. Onları ezberlemeye çalıştığımı hatırlıyorum. Daha sonra o dergiler uzun bir süre bende kaldı. Dayım onları aradıysa da benim almış olabileceğim aklına gelmemiştir illaki :) Velhasıl-ı kelam, nereden nereye... O zamanlar bir dergide Lazca yazılmasına çocuk aklımda şaşıran ben, şimdi Lazca kitap okumanın inanılmaz keyfini yaşıyorum.
Şimdi  nereden aklıma geldi bilmiyorum, ama bu karikatürü hatırladım ve çizerini anımsamaya çalıştım. Çok geçmeden, sağ olsun google imdadıma yetişti ve o meraklı çocuğun Lazca'ya olan ilgisinin artarak devam etmesine katkı sağlayan Sayın Yaşar Babalık'a ait ''Fareli Köyün Tulumcusu'' karikatürünü buldum. 
Böylece, ilk sayısını 1993'te çıkaran OGNİ, ardından edilen tüm kavga,gürültüye rağmen Lazlar ve Ebru için önemli bir milat olmuş oldu.
 Kaite...

Merak edenler için: http://tr.wikipedia.org/wiki/Ogni

26 Ekim 2013 Cumartesi

Kahrolsun Bağzı Şeyler

      Tüketmenin sonu yok. İnsan herşeyi, her an tüketmeye devam ediyor. Tüketiyoruz, bitiyoruz,yitiriyoruz. Tüketmenin sonu yok evet, ama insanlığın sonunun olduğu kesin.Peki bir gün tüketecek hiç birşey kalmadığında ne yapacağız.? Başlangıcı varsa bir sonu da olmalı var olmanın öyle değil mi? İşin dramatik yani, korku filmlerindeki psikopat  ruhlu bir karakterin, kendi sonunu hazırlamasını hayretler içinde izleyebiliyorken, kendi yazdığımız bir senaryonun içinde, göz göre göre sonumuzu hazırladığımı farketmeden yaşayabilmenin rahatlığındayız! Vay arkadaş! 
      ''Ne yapalım arkadaş, sırt çantamızı alıp direnişçi mi olalım, kendimizi tankerlere mi zincirleyelim, hamburger de mi yemiyaağ!'' diyorsunuz belki de, yapabilene helal olsun tabii de benim anlatacaklarım başka arkadaş.
      Ben diyorum ki, madden tüketiyoruz,aksırıncaya tıksırıncaya kadar yiyoruz içiyoruz. Madden tükettiğimiz yetmiyor tabii, manen de aynen devam ediyoruz, bu sefer birbirimizi yemeye başlıyoruz, sevgileri tüketiyoruz, saygımızı, özlemleri, güzellikleri tüketiyoruz. Ben böyle bir hayat yaşamak istemiyorum diyorum. İstemiyorum arkadaş, var mı ötesi! 
      Asabileştim biraz elimde olarak, çünkü yüksek sesin iyi birşey olduğunu düşünüyorum. Biz Karadeniz insanları zaten yüksek tonda insanlarız. Hayatın her alanında böyleyizdir. Yükseklerde yaşarız birkere; severiz dorukları, yükseklerde yaşayan herşeyi de severiz; yaylaları severiz, atmayaca tuttkunuz örneğin. Velhasılı kelam, şehirde yüksek ses gürültüdür ama doğada, dağda , köydeki evimin avlusunda yüksek ses yalın bir haykırıştır, karşi komşuya, çay bahçesindeki anneye sesleniştir. Kimse de çıkıp '' Hoopp!! Napıyorsun birader, kamusal alanda böyle bağıramazsın'' diyemez. 
     Uzattım mı, ne yaptım yahu, nereden nereye bağlayacağım şimdi bakın. Bu aralar çok düşünür oldum, mezun olduk ya, işssizim de birazcık üstünüze afiyet, bir baltaya sap olamadık henüz, ne yapayım ben de derin düşüncelere daldım. Dedim ki Ebru; bak herşey öyle sandığın gibi kötüye gitmiyor, insanlar çok güzel işler yapıyorlar, başarılı oluyorlar. Böyle birden içimden kuşlar uçuşuverdi, bir umut ışığı odamın penceresinden süzülüverdi içeri. Böyle, kısa süreli bir aydınlanma çağı yaşadım. İnsan beyni ilginç bir gerçeklik, mutlu olmaya çalışan biz insancıkları anında hayattan soğutma çalışmalarına başlayabiliyor. Neyse işte böyle karamsarlık ve umut ışıkları arasında gidip gelirken, temelde ne yapmak istediğimi ve nasıl yaşamak istediğimi, yani en azından şimdilik hayallerimde yaşadığım o dünyayı gerçekten istediğimi bir kez daha itiraf ettim kendime. Şimdi '' nedir kızım o başka dünya, hayret birşey, tutturmuşsun bir başka hayat nedir söylesene'' diyorsunuzdur, demeyin ; onu başka bir yazıya saklamaya karar verdim şuan.
     Az önce 'tam yerine rast geldi manzara koyduk' hesabı, Gün Zileli'nin hoş bir yazısını okudum, oradan yapacağım bir alıntıyla da  bitireceğim dostlar.

      " Elbette, kabul ediyorum, herkes fotoğraftaki teyzemiz kadar özgür, yoksul, rahat, kaygısız olamaz. İnsanlar geçinmek zorunda. Geçinmek için de çalışmak. Mesela hiç beklemediğiniz bir anda okul müdürü sizi istiklal marşı söylemek üzere ayağa kalkmaya davet edebilir. Ya da birileri “şehitlerimiz” ya da “devrim şehitlerimiz” için bir dakikalık saygı duruşuna. Gelin de rahat olun bakalım. Kendi başınıza değilsiniz ki. Toplumsal dayatmalar her yanda."


Read more: http://www.gunzileli.com/2012/09/13/fuck-the-system/#ixzz2imUHysyd